Toplumsal Travma, Tanıklık ve Ruhsal Çerçevenin Kırılması
Travma, daima ruhsal yapının sınırlarını zorlayan bir deneyim olarak ele alınır. Benliğin taşıyamayacağı yoğunlukta bir uyaranın zorla içeri sızması, bir tür ruhsal çerçevenin kırılması olarak tanımlanabilir. Bu kırılma, yalnızca bireyin iç dünyasında değil, toplumsal bağlamda da kendini gösterir. Çünkü travma, bireysel yaşantılarla sınırlı olmayan, kolektif bilinçdışına da nüfuz eden bir etkidir. Bugün artık travma hem doğrudan yaşanan hem de tanıklık yoluyla deneyimlenen, hatta teknolojinin olanaklarıyla kitlesel olarak dolaşıma giren bir gerçeklik haline gelmiştir. Bu nedenle travmayı anlamak, yalnızca ruhsal yapının bireysel savunmalarını incelemek değil; aynı zamanda çağın tanıklık biçimlerini, toplumsal yas süreçlerini ve kolektif ruhsal yükleri değerlendirmeyi gerektirir.
Bireysel düzeyde travma, zihnin temsil kapasitesini aşan bir yaşantıdır. Psikanalitik kuram, travmanın çoğu zaman söze dökülemeyen, düşünceye alınamayan bir artığın varlığına işaret ettiğini belirtir. Travmayı yaşayan kişinin zaman algısı bozulur; geçmişin, bugünün ve geleceğin kesintisizliği yerini donmuş bir ana bırakır. Bu donma hâli, tekrar tekrar kendini hatırlatan imgeler, rüyalar ya da davranış örüntüleriyle benlikte bir süreklilik kazanır. Bu tekrar süreçleri, travmanın zihinde temsil edilebilir bir hâle gelmesi için yapılan başarısız ama ısrarlı bir girişimdir. Birey bir yandan travmayı aşmak isterken, diğer yandan zihni bu aşırı uyarıcıyı kontrol altına almaya çalıştığı için olay yeniden sahnelenir. Bu, hem savunma hem de iyileşme çabasının iç içe geçtiği karmaşık bir süreçtir.
Travmatik yaşantı yalnızca mağduru değil, ona tanıklık edenleri de dönüştürür. Tanıklık, pasif bir dinleme hali değil; anlamı birlikte inşa etmeye yönelik aktif bir süreçtir. Travma mağduru, yaşadıklarının gerçekliğini bir başka insanın varlığında bulur; tanık ise duyduğunu işlemek, taşımak ve ruhsal anlamda kendine yer açmak zorunda kalır. Bu nedenle tanıklık kaçınılmaz bir biçimde risklidir. Birey bazen dinlediğinin, izlediğinin ya da maruz kaldığı hikâyenin ağırlığını kendi sınırları içinde taşımakta zorlanabilir ve ikincil travmatik etkiler ortaya çıkabilir. Bu nedenle tanıklık yalnızca bir dinleme işi değil, ruhsal sınırları koruma kapasitesi gerektiren bir eylemdir.
Toplumsal düzeyde travma, bireysel yaşantıların ötesine geçen bir etki yaratır. Savaşlar, afetler, kitlesel kayıplar veya politik şiddet gibi olaylar yalnızca doğrudan mağdurların değil, tüm toplumun ruhsallığında iz bırakır. Travmanın toplumsal hafızaya yerleşme biçimi çoğu zaman bastırma, inkâr ya da parçalanmış anlatılar üzerinden gerçekleşir. Bu da yas süreçlerinin kolektif düzeyde tamamlanmasını engeller. Yası tutulamayan kayıplar, toplumsal bilinçdışında birikerek sonraki kuşaklara aktarılır. Böylece travma yalnızca bir hatıranın değil, bir ruhsal yükün nesiller boyunca dolaşımda kalmasına neden olur.
Günümüzde bu döngü, dijital iletişim biçimleri sayesinde yeni bir boyut kazanmıştır. Artık travma yalnızca yaşanan bir olay değil; izlenen, yeniden izlenen, paylaşılan, sürekli maruz kalınan bir içerik hâline gelmiştir. Sosyal medya, haber akışları ve anlık bildirimler aracılığıyla dünyanın herhangi bir yerindeki felakete, şiddete ya da kayba doğrudan tanıklık eder hâle geldik. Bu tür içeriklere maruz kalma, ruhsal savunmaları zorlayan sürekli bir uyaran bombardımanı yaratır. Bir yandan acı olana bakmanın sorumluluğunu hissederken, diğer yandan onu taşıyamayan bir parçanın geri çekilme eğilimi ortaya çıkabilir. Tekrarlama zorlantısı kavramı burada yeni bir anlam kazanır. Birey travmatik içeriklere istemsizce yeniden bakar, onları tüketir, paylaşır. Bu döngü, ruhsal gerçeğin yerini dijital imgelerin aldığı bir tanıklık biçimi yaratır. Travmanın kendisi kadar, travmanın görüntüsü de ruhsal yük haline gelir. Bu durum duygusal tükenme, hissizleşme, yabancılaşma, suçluluk ve çaresizlik gibi tepkileri beraberinde getirebilir. Çünkü birey, maruz kaldığı acıya müdahale edemediği için derin bir güçsüzlük hissi yaşar.
Bununla birlikte travmanın toplumsal düzeyde işlenebilmesi için yalnızca psikoterapi yeterli değildir. Toplumun tüm kurumlarının sorumluluk aldığı bir yüzleşme ve yas alanı yaratılmalıdır. Travmaların inkâr edilmediği, görünür kılındığı ve anlamlandırıldığı alanlar oluşturmak, kolektif iyileşmenin temel koşullarındandır. Ancak çağımızda travmatik imgelerin kontrolsüz dolaşımı, bu yüzleşme sürecinin sağlıklı bir zeminde gelişmesini zorlaştırmaktadır. Gördüklerimiz çoğu zaman anlamlandırabileceğimizden fazladır ve bu aşırılık, toplumsal yas süreçlerini kesintiye uğratabilmektedir.
Bu nedenle dijital çağda travmayla baş etmek için etik bir duruşun benimsenmesi zorunludur. Medya kuruluşlarının şiddeti estetize eden, sansasyonel görüntülerle izleyiciyi sürekli uyaran yaklaşımları, ruhsal bütünlüğü zedeleyen bir etki yaratabilmektedir. Bu tür içerikler yalnızca haber sunmakla kalmamakta, taşınması zor içeriği yeniden üretip yaygınlaştırmaktadır. Etik habercilik ilkeleri, bu içeriklerin sorumlulukla, duyarlılıkla ve ölçülü bir şekilde aktarılmasını gerektirir. Dijital platformların ise kullanıcıları aşırı maruziyetten koruyan politikalar geliştirmesi, uyarı sistemleri oluşturması ve ruhsal sınırları destekleyecek bir çerçeve sunması önemlidir.
Travmanın, tanıklığın ve maruziyetin bu kadar yoğun olduğu bir çağda, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde etik bir tavır geliştirmek, ruhsal iyileşmenin ön koşuludur. Travmanın deldiği ruhsal zırh ancak duyarlılığın, sorumluluğun ve bilinçli mesafenin birlikte kullanıldığı bir ortamda onarılabilir. Dijital çağda insan kalmak, travmatik olana bakmayı sürdürürken aynı anda kendimizi korumayı, başkalarının acısını araçsallaştırmadan tanımayı ve kolektif iyileşme için etik sınırlar çizmeyi gerektirir. Çünkü ancak bu şekilde hem bireysel ruhsallığımızı hem de toplumun ortak ruh sağlığını sürdürebiliriz.