Makaleler


Birbirine Benzeyen Mekânlarda Farklı Olma Arayışı

Birbirine Benzeyen Mekânlarda Farklı Olma Arayışı 03.10.2025

Ara Alanın Huzursuzluğu ve Cazibesi

Birbirine benzeyen, neredeyse farksız mekânlar… Her yerde artık aynı tasarımı görüyoruz. Kafeler, restoranlar, hatta evlerimizin içi bile bu estetikten payını almış durumda. Beton duvarlar, ham ahşap yüzeyler, çıplak ampuller, demir iskeletli sandalyeler… Bir yandan düzenli, sade ve şık görünen bu tarz, öte yandan içimize yerleşen bir huzursuzluğu da beraberinde getiriyordur diye düşünüyorum. Bu yazıyı kaleme almaya, bu dönüşümün neyi işaret ettiğini sorgulamaya sevk eden de bu his.

Kafelerin giderek birbirine benzemesi, endüstriyel tasarımların dört bir yanı sarması çoğu zaman tesadüf gibi görünür. Ama aslında bu dönüşümün arkasında yalnızca estetik kaygılar değil; ruh hâllerimiz, beklentilerimiz ve ilişkilenme biçimlerimiz de var mutlaka. Bugün bir kafeye girdiğimizde karşımıza çıkan bu görüntü sadece modern ya da şık bir tercihi yansıtmaz. Belki de içimizdeki kırılganlıkları, güvensizlikleri, geçiciliği ve aynı zamanda güçlü görünme arzusunu dile getirir. Mekânın dili, aslında bizim ruhumuzun da diline dönüşür.

Bu estetik, geçmişteki sıcaklıktan, aidiyet duygusu uyandıran geleneksel mekânlardan oldukça farklıdır. Bir zamanlar kahvehaneler ya da küçük esnaf kafeleri insana tanıdık bir his verirdi. Masa örtüleri, kararmış ahşap, duvarlarda eski nesneler, yan masadan kulağımıza çalınan sohbetler. Bugünse çoğu kahve mekânı, kişisel hikâyelerden arındırılmış bir tasarım ürünü gibi çıkıyor karşımıza. İçerideki her şey hesaplanmış, sterilize edilmiş, belirli bir kimliğe yönlendirilmiş gibidir. Birey de bu mekânda kendi kimliğini yeniden kurgulamaya davet edilir. Bir kahve fincanı eşliğinde bilgisayarını açan, kitap okuyan, kulaklığını takan insan, aslında yalnızca kendi işini yapmaz; aynı zamanda mekânın ruhunu da giyer üzerine.

Şu soru kendini dayatıyor zihnime: “Neden bu kadar çok mekân, bu kadar aynılaştı, bizi neden böylesi endüstriyel, soğuk bir estetik çekiyor?” Belki bunun cevabı, içinde bulunduğumuz çağın belirsizliğinde saklıdır. Endüstriyel tarzın sertliği, betonun soğukluğu, metalin ağırlığı bir tür dayanıklılık imgesi yaratıyor muhtemelen. Bu imge belki de, kaygan ilişkiler ve kırılgan bağlarla örülü bir dünyada güven arayışımızı simgeliyordur. İçimizde dağılmaya müsait bir taraf varken, çevremizde her şey hızla değişirken, hiç değilse mekânın bize bir tür sağlamlık vaat etmesi cazip gelir. Ama öte yandan, bu sağlamlık bir soğukluk da taşır. İnsanın sığınabileceği sıcak, kişisel, hikâyeli köşeler yerini gösterişli ama anonim tasarımlara bırakıyor. Bu da belki ilişkilerimizde yaşadığımız deneyimlere paralel bir tablo çizer bize. Samimiyetin yerini stratejilerin, güvenin yerini taktiklerin, uzun vadeli emeklerin yerini geçici doyumların aldığı bir tablo.

Bu mekanlarda oturan birini düşünelim. Çevresindeki her şey, kişisellikten çok tarzı öne çıkarır. Mekân, kişiyi bir kimlik vitrininin parçası haline getirir. Çekilen bir fotoğraf, paylaşılan bir kare, içilen kahve artık yalnızca bir içecek değil; bir yaşam biçiminin, bir aidiyetin işareti olur. Fakat burada şöyle de bir çelişki vardır ki; bu aidiyet, tam da herkesin aynı mekânlarda, aynı görselleri, aynı fincanları paylaşması yüzünden sıradanlaşır. Kişinin kendini özel hissetmek için seçtiği mekân, aslında onun özel olma deneyimini törpüleyen bir ortak sahneye dönüşmektedir. Böylece aidiyet duygusu, gerçek bir bağdan çok, ortak bir görsel deneyim etrafında inşa edilmeye çalışılmış oluyor.

“Kafelerin bu evrimi, bizdeki hangi değişimlerin sonucu?” Belki de aidiyet duygumuzun yön değiştirmesidir mesele. Eskiden aidiyet, bir topluluğun parçası olmak, belli bir yerde kök salmak, uzun vadeli bağlar kurmak anlamına gelirdi. Şimdi ise aidiyet, hızla tüketilen imgeler üzerinden kuruluyor. Bir kafede oturmak, bir yere ait olmaktan çok, ait oluyormuş gibi görünmenin yolu haline geliyor. “Ben buradayım” demek için orada olmak yeterli oluyor; derin bağlara, uzun sohbetlere, karşılıklı tanınmaya gerek kalmıyor. Oysa aidiyet, yalnızca bir yerde bulunmaktan ibaret değildir; aynı zamanda o yerle kurulan deneyimin, zaman içinde biriktirdiği anlamın, belleğe işleyen izlerin sonucudur. Bir mekânı kendimize yakın hissetmemiz, orada geçirilen zamanın hatırlanabilir olmasıyla, tekrar tekrar dönülebilecek bir anılar ağı üretmesiyle mümkündür. Oysa bu mekanlar, bu anılaşma sürecini askıya alır. Betonun soğukluğu ve çeliğin nötr yüzeyi, kişisel tarih için bir fon olmaktan çok, her gün yeniden kurulup tüketilen bir sahneye dönüşür. Anıların yerleşmesine izin vermeyen, deneyimin hızla tüketildiği bir dekor yaratır. Böylece aidiyet, içselleştirilmiş bir yaşantının ürünü olmaktan çıkar, görsel olarak doğrulanan geçici bir varlık gösterisine indirgenir.

İnsanlar, derin bağların sorumluluğunu taşımaktan kaçınıyor; ama bütünüyle yalnız kalmayı da istemiyor. Endüstriyel kafeler, tam da bu ikileme hitap ediyor. Yarı kalabalık, yarı yalnız; yarı aidiyet, yarı mesafe.

Bir “ara alan” olarak bu mekânlar, bize hem korunma hem de özgürleşme hissi veriyor. Ev, fazla tanıdık ve kimi zaman sıkışmışlık duygusu yaratırken; sokak, fazla çıplak ve başkalarının bakışına açık geliyor. Oysa kafeler, ikisinin arasında, yarı-kamusal bir kucak açıyor. Ne evin ağırlığını taşıyor ne de sokağın yabancılığını. Masaya oturduğunuzda size kimse “kimsiniz” diye sormuyor, ama orada olmanız da bir tür görünürlük sağlıyor. Bu ara alan, bireyin kendini sürekli tanımlamak zorunda kalmadan var olabileceği, varlığını başkalarının gölgesinde ama mesafeli biçimde sürdürebileceği bir boşluk yaratıyor. Belki de tam da bu yüzden, çağımızın yalnızlık ve aidiyet arasındaki çelişkili ihtiyaçlarını bir süreliğine yatıştıran bir ara durak işlevi görüyorlar.

Fakat yine de sorgulamak gerekir: “Bu mekânlar bize sundukları kadar bizden ne alıyor?” Belki de görünmez bir şekilde, ilişkilerimizi, aidiyet duygumuzu, kendilik algımızı şekillendiriyorlar. Beton duvarların soğukluğu, sadece dekor değil; aynı zamanda içsel deneyimlerimizin metaforu olabilir. Bir kafede saatler geçirirken, belki de fark etmeden kendi içsel boşluklarımızı düzenliyor, maskeliyor ya da ertelemeyi öğreniyoruz. Ancak bu mekânların bize fısıldadığı sessiz bir mesaj daha var: “Yerleşme. Fazla oyalanma. Burası senin evin değil.” Düzenin çıplaklığı, mobilyaların hafifliği, çoğu zaman taşınabilir ya da kolayca değiştirilebilir oluşu, bize sürekli bir geçicilik hissi verir. Sanki bu sandalyeler kalıcı oturuşlar için değil, kısa süreli bir mola için tasarlanmıştır. Geniş camlar, içeriyi dışarıya açarken, mekânda bulunan herkese geçip giden bir manzaranın parçası olduğunu da hatırlatır. Böylece kafede bulunma hali, bir tür yarı-yerleşiklik üretir: Yeterince uzun süre kalmaya izin verir ama hiçbir zaman kök salmaya davet etmez. Bu da, ilişkilerimizdeki geçicilikle, bağlanmaktan kaçınma eğilimimizle, bir yere ya da insana tam anlamıyla ait olma korkumuzla yankılanır.

“İçimizde değişen bir şey mi bu mekânları doğurdu, yoksa mekânların kendisi mi bizde yeni ihtiyaçlar yarattı?” Belki ikisi de doğru. İçsel kırılganlıklarımız, hızla değişen bağlanma biçimlerimiz bizi bu tarz mekânlara yöneltti. Ama aynı zamanda bu mekânların anonimliği ve soğukluğu, bizdeki aidiyet arzusunu da dönüştürdü. Yani kafelerin bu dönüşümü, yalnızca dışsal bir estetik değil; içsel bir dönüşümün de aynası.

Aidiyet, sıcaklığını kaybettikçe, kendini bu soğuk yüzeylerde göstermeye başlıyor. Ve biz, o yüzeylere baka baka belki de şu soruyla baş başa kalıyoruz: İçinde bulunduğumuz bu kafeler, gerçekten bize bir yuva duygusu mu sunuyor, yoksa yalnızca geçici bir vitrin mi açıyor önümüze?