Makaleler


Gürültünün Ortasında Kendinin Sesi Olmak

Gürültünün Ortasında Kendinin Sesi Olmak 20.09.2025

İnsan ruhsallığının inşası, en temelde bir sesler ve ritimler dizgesi üzerinden ilerler. Hayatın başlangıcında, annenin kalp atışı, ninniler, sakinleştirici veya tedirgin edici tonlamalar… Ses, ruhun dokusunu ören en ilkel ipliklerdendir. Şişli’nin ara sokaklarında, Mecidiyeköy’ün yükselen kulelerinin gölgesinde, Osmanbey’in kalabalık kaldırımlarındaysa bu sesler bir uğultuya dönüşür. Kornalar, ayak sesleri, anlaşılmayan müzikler, satıcıların çağrıları, yükselen anonslar, bağırış çağırışlar… Önce dışarıdadır her şey. Sonra, yavaş yavaş, bu sesler sınırlarını yitirir ve içeriye sızmaya başlar. Dışarının gürültüsü, zihnin koridorlarında yankılanır, kendi iç sesimizi bastıran bir uğultuya dönüşür. Bu, yalnızca işitsel bir deneyim değil, varoluşsal bir sıkışmışlık hissi getirir. Gürültü ile ilgili yazmayı düşündüren de işte bu histir.

Ses ne zaman gürültü olur?

Ses, anlam taşır. Bir çağrıdır, bir melodidir, bir yankıdır. Gürültü ise anlamını yitirmiş, çoğalmış, sınırlarını kaybetmiş seste açığa çıkandır sanırım. Ne zaman ki sesin içinde bir düzen, bir ritim, bir anlam kaybolur, işte o zaman ses gürültüye dönüşür. Dış dünyanın dayattığı sesler de bu şekilde, zihnin işleyebileceği sınırları aştığında artık yalnızca bir uyarım değil, bir istiladır. Gürültü, sadece kulakta çınlamaz; düşünceyi parçalar, duyguyu bastırır, varoluşu böler.

Gürültü, yalnızca duyduğumuz değil, hissettiğimiz şeydir. Sürekli bir dışsal uyarım hali, düşüncenin doğal akışını kesintiye uğratır. Zihin, bu arka plan gürültüsüne yetişmek, onu işlemek veya savuşturmak için sürekli tetikte olmak zorunda hisseder. Bu tetikte olma hali, kaygının en ilkel biçimlerinden biridir. İçe dönmeye, kendi duygu ve düşüncelerimize kulak vermeye çalıştığımızda ise, dışarının sesi adeta bir istila gücüne dönüşür. Kendi iç sesimiz, fısıltı haline gelir. Onu duyabilmek için derinlerde, sessizliğin en kıymetli hazine olduğu bir odaya çekilmek gerekir.

Ancak asıl mesele, yalnızca dışarının gürültüsü değildir. Dış sesler sustuğunda, bu kez de içerinin gürültüsü devreye girer. Zihnin kendi içindeki çatışmaların, eleştirilerin, bastırılmış arzuların ve korkuların sesleri… Dış gürültünün bastırdığı şey, aslında bu içsel uğultudur. İnsanlar, çoğu zaman farkında olmadan, dışarıdaki kaosu, içindeki kaosu bastırmak için kullanır. Koşuşturmaca, içerideki boşluğun, belirsizliğin, yalnızlığın sesini kısma çabasına dönüşür. Ancak bu, geçici bir çözümdür. Gürültü dışarıda kalmayıp içeri sızdığı gibi, içerinin sesleri de dışarı taşar. İki gürültü birbirine karışır ve kişi, nerede bitip nerede başladığını ayırt edemez hale gelir.

İşte tam da bu noktada, psikanalitik odanın anlamı derinleşir. Terapötik alan, kaosun hemen yakınında, ama ondan ayrılan bir eşikle kurulur. Bu oda, dışarıdaki zamanın ve gürültünün hükümranlığını reddeden bir karşı uzamdır. Buradaki sessizlik, bir boşluk veya yokluk değil, aksine, doluluktur. Düşüncenin, duygunun, anının, bastırılmış olanın nihayet kendini ifade edebileceği bir doluluk. Kişi, bu odada yalnızca terapistiyle değil, nihayet kendiyle de konuşmaya başlar. Dışarının gürültüsü tarafından bastırılan içsel sesler, yavaş yavaş duyulur hale gelir. Terapist, bu seslerin bir yankısı, bir aynası olur. Onları çarpıtmadan, yargılamadan, olduğu gibi dinler ve geri verir. Bu, bir yorumdan daha ötedir; bir var olma biçimi sunmaktır. Gürültünün içimizde yarattığı parçalanmışlık hissi, ancak bu tür bir dikkatli dinleme ve yankılanma sayesinde bütünlüğe dönüşebilir. Psikanaliz, bu anlamda, sese karşı sessizliğin, kaosa karşı düzenin, dağınıklığa karşı anlamın bir direnişidir. İnsanın, dışarıdaki karmaşanın içsel dünyasını ele geçirmesine izin vermek yerine, kendi içsel gerçekliğini inşa etme ve koruma çabasıdır.

Kalabalıktan çıkıp terapide kendine gelmek, bir nefes alma eylemidir. Bu, yalnızca bir rahatlama değil, bir kendine dönüş yolculuğudur. Gürültünün ortasında kaybolan ses, sessizliğin dinginliğinde yeniden keşfedilir. Kişi, burada kendi hikâyesinin anlatıcısı olmayı öğrenir. Dış dünyanın dayattığı senaryoların bir oyuncusu olmaktan çıkar, kendi metninin yazarı haline gelir. Bu süreç, bir varoluş yolculuğudur. İnsanın kendine dair devam eden, içinde bulunabildiği, var olduğunu ve kendisini hissettiği bir süreç. Terapideki sessizlik, bu yolculukta bir mola yeri değil, yolun ta kendisidir. Her sessizlik anı, kişinin kendi içsel sesine biraz daha yaklaştığı, kendi gerçekliğini biraz daha fazla duyabildiği bir andır. Bu, bir kez ulaşılıp bitirilen bir hedef değil, sürekli devam eden, her seferinde yeniden inşa edilen bir varoluş halidir.

Sonuç itibarıyla, bir odada kurulan bu sessizlik, bir lüks değil, bir ihtiyaçtır. Kent yaşamının dayattığı parçalı varoluşa karşı, bütünlüklü bir benlik inşa etmenin neredeyse son kalesidir. Gürültü dışarıda devam etse de, artık içeride onu dengeleyen bir sükûnet vardır. İnsan, kendi sesinin sahibi olmayı, onu dış seslerden ayırt etmeyi ve nihayetinde, gürültünün ortasında dahi kendi melodisini söylemeyi öğrenir. Bu, sessizliğin değil, kendi sesinin ses olabilmesinin, nihayetinde kendinin sesi olabilmenin hikâyesidir en temel haliyle.