Anksiyete, en genel anlamıyla bireyin içsel ya da dışsal bir tehdide karşı hissettiği gerilim, huzursuzluk, kaygı ve korku halidir. Normal düzeydeki anksiyete yaşamın sürdürülmesi için işlevseldir; bireyi tehlikelere karşı uyarır, hazırlık yapmaya ve önlem almaya sevk eder. Ancak kaygı orantısız hale geldiğinde ve işlevselliğini yitirdiğinde, günlük hayatı sekteye uğratan bir bozukluğa dönüşür. Normal anksiyete, yaşamsal deneyimlerden ve çevresel tehditlerden beslenirken, patolojik anksiyetenin kökenleri sıklıkla erken dönem yaşantılarla ilişkilidir. Çocuklukta yaşanan çaresizlik deneyimleri, ileriki yaşamda karşılaşılan güncel bir olayla yeniden harekete geçebilir ve birey kendisini çocukluk dönemindeki kadar savunmasız hissedebilir.
Kaygının etkileri yalnızca duygusal düzeyde değil, bedensel, bilişsel ve davranışsal alanlarda da gözlemlenir. Çarpıntı, nefes darlığı, terleme gibi bedensel belirtiler; sürekli endişe, felaketleştirme eğilimi ve konsantrasyon güçlüğü gibi bilişsel sonuçlar; huzursuzluk, çaresizlik ve korku gibi duygusal deneyimler; kaçınma ya da ilişkilerden geri çekilme gibi davranışsal örüntüler, kaygının farklı yüzleridir. Bu belirtiler, bireyin gündelik işlevselliğini zayıflatabilir ve sosyal ilişkilerden iş yaşamına kadar geniş bir alanda yıkıcı etkilere yol açabilir.
Anksiyetenin nedenleri çok boyutludur. Biyolojik yatkınlıklar, genetik faktörler ve sinir sistemi duyarlılığı önemli olsa da, psikanalitik bakış açısı anksiyeteyi bu açıklamaların ötesine taşır. Psikanalize göre kaygı, ruhsal yaşamın temel dinamiklerinden biridir. Erken çocuklukta bakım veren ile kurulan ilişkiler, bireyin dünyaya duyduğu güvenin temelini oluşturur. Tutarsız ya da yetersiz bakım, daha sonraki yaşamda tehditlere karşı aşırı duyarlılığa zemin hazırlayabilir. Bunun yanı sıra, bastırılmış dürtüler, arzular ve düşmanlık duyguları, benliği tehdit edici biçimde yüzeye çıktığında birey bunu kaygı olarak deneyimler. Çoğu zaman dışsal bir tehlike olmasa bile, bireyin içsel dünyasındaki çatışmalar, dış dünyadaymış gibi yoğun bir korku ve huzursuzluk duygusunu tetikleyebilir.
Freud, anksiyete kuramını iki aşamada geliştirmiştir. İlk döneminde kaygıyı bastırılan dürtülerin doğrudan sonucu olarak ele almış, daha sonraki kuramında ise anksiyeteyi benliğin bir tehlike sinyali olarak tanımlamıştır. Bu ikinci yaklaşım, güncel psikanalitik düşüncenin de temelini oluşturur. Kaygı, bilinçdışından gelen tehditlerin işlenemez hale gelmesiyle ortaya çıkar ve benliği savunma mekanizmalarını harekete geçirmeye zorlar. Bu açıdan kaygı, yalnızca yıkıcı bir duygu değil, aynı zamanda bireyi uyarıcı ve koruyucu bir sinyal işlevi taşır. Güncel psikanalitik anlayışta kaygı, bastırılmış materyalin geri dönüşünü haber veren ve öznenin ruhsal gerçekliğini açığa çıkaran bir işaret olarak görülür. Onun görevi, bireyin içsel çatışmalarına dair dikkat çekici bir uyarı üretmektir.
Psikanalitik tedavide kaygının tümüyle ortadan kaldırılması hedeflenmez. Çünkü kaygı, öznenin bilinçdışı yaşamına dair en önemli ipuçlarından biridir. Tedavide amaç, kaygının anlamını çözümlemek, onun öznenin öyküsü içindeki yerini açığa çıkarmak ve dönüştürmektir. Terapi sürecinde hasta, geçmiş ilişkisel deneyimlerini terapistle kurduğu aktarım ilişkisi içinde yeniden yaşar. Bu süreçte kaygının nasıl belirdiği, erken dönem yaşantıların yeniden sahnelenmesi olarak okunabilir. Bastırılmış duygu ve düşünceler, terapötik ilişki aracılığıyla sembolleştirilir ve söze dökülür. Böylece kişi, kaygıyı kontrol edemediği dışsal bir güç gibi hissetmekten çıkar; onun anlamını kavrar, kendi öyküsüne ekler ve üzerinde düşünür hale gelir.
Anksiyete bu çerçevede yok edilmesi gereken bir semptom değil, ruhsal yaşamın yapıcı bir parçası olarak değerlendirilir. Onu anlamak, bireyin kendisini anlamasıyla özdeştir. Psikanalitik süreçte kaygı, yıkıcı bir gerilim olmaktan çıkıp ruhsal gelişimin bir unsuru haline gelebilir. Anksiyete tedavisi, bu nedenle yalnızca semptomların bastırılmasına değil, bireyin kendi bilinçdışı çatışmalarını anlamlandırmasına odaklanır. Böylece kişi, kaygısını tamamen ortadan kaldırmasa bile onunla daha üretken ve olgun bir ilişki kurabilir; kaygı, korkulacak bir düşman olmaktan çıkıp öznenin yaşam öyküsünün dönüştürücü bir işareti haline gelir.